Birbirlerini tanıyalı henüz çok kısa bir süre olmuştu. En şık giysilerini giyip, saç, sakal, tırnak, diş bakımlarını yapıp buluşuyorlardı. Adam cebindeki paranın yetebildiğince en güzel mekanlara götürüyordu kadını. Kadın çok hoşnuttu bu durumdan. Uzun zamandır bu kadar güzel yerlerde bir şeyler yiyip içmemişti. Hatta geldiği ülkede böyle güzel yerler dahi yoktu. Olsa da gidebilecek paraları yoktu. Aslında adam da öyle. Çünkü onunda bu tür yerlere sık sık gidecek gücü yoktu. Hani yiğitliğe bok sürmemek vardır ya, o da tüm parasını kadın için harcıyordu, sırf yiğitliğe bir şeyler bulaşmasın diye.
Kadının başını sokabileceği bir eve ihtiyacı vardı. Paraya da. Kendi ülkesinde evlense aynı sefaleti yaşayacaktı. Buradaki en kötü şart bile onun için lükstü. Adam sevmişti kadını. Kayıvermişti gönlü, bu ufacık, minicik kadına. Kadın sevmek zorundaydı adamı.
Evlenmeye karar verdiler yine kısa bir zamanda. Gelinlikler içinde çıtı pıtı kadını daha çok sevdi adam. Nikah masasına giderlerken , heyecanla, aşkla tutuyordu elinden. Kadınsa orada bulunan akrabalarına, hemşerilerine; işte budur, sonunda başımı sokacak bir ev, beni el üstünde tutacak bir adam buldum diye kasım kasım kasılarak gidiyordu masaya. Kadının gururlu dik duruşunu daha çok sevdi adam.
İlk danslarını yaparken gözlerinin içinde kayboluyor, dudaklarını her an bir yere nokta koymak için aşkla yaklaştırıyordu adam. Davetlilerden utanıp kendine çeki düzen veriyordu. Kadın sürekli gelinliğini , duvağını düzeltiyor, bana kimler bakıyor diye kolaçan ediyordu akrabalarını. Adam kadının ayağına basıverdi aniden. İlk kavgalarını o anda ettiler. Adamın yüzü kızardı yaptığından, içi kaydı, daha da çok sevdi koruyup kollayacağı mini minnacık kadını.
Kadın; adamı sevmek zorundaydı.